İnternet kafeye girmek, başka bir evrene adım atmaktı.

Kapıdan içeri girdiğinde loş bir ışık, dizilmiş bilgisayar sıraları ve her yerden yükselen tıkırtılar… O atmosferin kendine has bir büyüsü vardı. Bir yanda Counter-Strike oynayanlar birbirine bağırır, diğer yanda biri MSN’den sevdiğine “naber :)” yazardı.
Kafe sahibi abi ise aralarda dolaşır, “Çocuklar gürültü etmeyin, müşteri kaçıyor” derdi. Gerçek bir sosyal hayatın ufak versiyonu gibiydi: herkes farklı bir şey yapar ama aynı enerjiyi paylaşırdı.
Oyun savaşlarının efsane dönemi yaşandı.

CS 1.6, Metin2, Knight Online, Silkroad, MU Online, Warcraft... Oyun seçmek bile başlı başına bir karardı.
Bir köşede klan kuranlar, diğer tarafta item pazarlığı yapanlar olurdu. CS’de bir mermiyle takımı kurtaran kişi kahraman ilan edilir, bütün masa alkışlardı. Bazen 3 saatlik bir oturumda dünya kurtarılır, bazen de lag yüzünden sinirle kulaklık yere atılırdı.
Ama ne olursa olsun, o oyunların tadı bir daha hiçbir yerde bulunmadı.
MSN Messenger, duyguların dijital diliydi.

İnternet kafenin sessiz köşelerinde birileri aşkın ilk adımlarını atardı. MSN’de “ slm nbr?” yazmak, bir dönemin en cesur flört hareketiydi. Durum mesajına “dinliyorum: mor ve ötesi – daha mutlu olamam” yazmak ise büyük harketti. Kim çevrimiçi olduysa kalp atışı hızlanır, “girdi çıktı” yapmak ise stratejik bir hamleydi.
Zaman kavramı orada farklı işliyordu.

Kafeye girer yarım saat oynayacağım derdin, sonra bir bakardın akşam olmuş. Dışarı çıktığında hava kararmış, gözlerin kan çanağına dönmüştü ama mutluydun. İnternet kafedeki zaman akışı bambaşkaydı: saatlerle değil, oyun tur sayısı ya da level atlama süresi ile ölçülürdü. O yüzden “Abi 5 numarayı yarım saat daha uzat” cümlesi, aslında gençliğin uzatılması isteğiydi belkide.
Her mahallenin bir efsane internet kafesi vardı.

Kiminde bilgisayarlar yeniydi, kiminde sandalye plastik ama ortam sıcaktı. Bazılarının tostları meşhurdu, bazılarında en hızlı bağlantı ondaydı. Ama hepsinin ortak noktası mekanın sahibi abilerdi: Bir yandan bilgisayar tamir eder, diğer yandan çocuklara tost getirir, gerektiğinde ağabeylik yapardı. Mahalledeki herkes o kafeyi bilirdi; kim nerede oturur, hangi bilgisayarda iyi FPS alırdı.
Oyun turnuvaları mahalle gururu meselesiydi.

Counter-Strike turnuvaları, sanki Şampiyonlar Ligi finali gibiydi. Beş kişilik takımlar isim bulur, sloganlar tasarlardı: “DarkAngels”, “TurkPower”, “NoMercy” gibi iddialı isimler havada uçuşurdu. Kazanan takımın adı haftalarca konuşulurdu. Kaybedenler ise “mouse bozuktu abi” bahanesiyle kendini savunurdu. Ama herkes için önemli olan o ortamın heyecanıydı; bilgisayar başında ter dökmek bile bir gurur meselesiydi.
Teknoloji gelişti, ama o mekanların ruhu bir daha gelmedi.

Zamanla evlere internet girdi, bilgisayar fiyatları düştü, herkes kendi köşesinde online oldu. Online oyunlar eve taşındı, kafe sesleri sustu. Bir dönemin en sosyal alanı yavaş yavaş tarihe karıştı.
Ama o günlerin enerjisi, kokusu, sesleri… Hiçbiri evdeki sessiz bilgisayar başında aynı hissi veremedi.
İnternet kafe kültürü, aslında bir dönemin birlikte büyüme hikayesiydi.
Bugün hâlâ o günleri hatırlayınca yüzümüze tebessüm geliyor.

Çünkü o dönemi yaşayan herkes bilir: internet kafe sadece bilgisayar dolu bir oda değildi. Orası, gençliğin buluşma noktasıydı.
İlk oyunumuzu, ilk aşk mesajımızı, ilk dostluklarımızı orada yaşadık. Şimdi fiber çağında, saniyede gigabit hızla bağlanıyoruz ama o yavaş, sıcak, samimi günlerin tadını bulamıyoruz. Çünkü o kafelerde sadece internet yoktu bir dönemin çocukluğu vardı.